SON DAKİKA
Hava Durumu
TR
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
TR
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文

BİZE NE OLDU?

Yazının Giriş Tarihi: 19.10.2022 19:34
Yazının Güncellenme Tarihi: 19.10.2022 19:34

İlkokula gittiğim yıllar geliyor gözümün önüne bu ara… 1974 yılı yazında köyden kasabaya olan göçümüz… Köyün toprak yolunun, kasabanın taş döşeli caddesiyle birleştiği yerde, Kıbrıs Harekatını anlatan radyoların sesi geliyor kulağıma… Caddeye girdiğimde , neredeyse her dükkanın önünde, sesi dışarı verilmiş radyolar hatırlıyorum…
Caddede beni şaşkına çeviren endişeli bir kalabalık var… Arı kovanı gibi hareketli bir ortam… Bir yandan günlük hayat mücadelesindeki işleriyle uğraşırken, diğer yandan radyoların başında savaş kritikleri yapmayı ihmal etmeyen insanlar… Cevabı aranan soru şu: Ya savaş uzarsa?...
Savaşı bilen, yaşayan nesilden temsilciler var hala hayatta… On yıllar süren savaşların getirdiği yokluğu, darlığı, hastalığı, muhacirliğive sefaleti dibine kadar yaşamış olan bu insanlar, savaş istemiyor artık… Sırf savaşa girmeyelim diye İkinci Dünya Savaşı döneminde alınan sıkı tedbirler de iyice bezdirmiş , bunaltmış zaten…
Ben, çarşı pazara büyülenmiş bir şekilde şaşkınlıkla bakarken, ezan sesi yükseliyor minareden o anda… Neredeyse beş dakika içinde pazardaki o yoğun kalabalık kayboluyor…
Etrafta yol kenarındaki taşlara oturmuş kadınlar, çocuklar görüyorum bu kez… Onlar, haftada bir gün yapılan pazara gelen köylüler… Biraz sonra misafir olacaklar tanıdıklara… Tanıdıkların, akrabaların evine sorgusuz- sualsiz girilen günler o günler…
Namaz çıkışında ailenin erkeği ile birlikte çoğu köylü çarşıdaki evlere dağılıyor, sofralar kuruluyor peş peşe… Misafir baştacı o zamanlar… Evine misafir bulamayanlar burukluk içinde… Annemin, “misafirin gelişi zenginliğe, bolluğa işarettir “ anlamında söyledikleri…
Evlerin, dükkanların kapılarının anahtarla kilitlenmediği o günler… İhtiyacı olanın, imkan sahibi olandan razı olduğu zamanlar… Zenginin ve yoksulun aynı sofraya bağdaş kurduğu, tabakların ortak, kaşıkların ayrı olduğu dönemler…
Dışardaki her çocuğu “kendi çocuğu” gibi gören, ilgi gösteren büyükler… Borç almanın, yardımlaşmanın, birlikte çalışmanın zor olmadığı, acıların ve mutlulukların hep birlikte paylaşıldığı yıllar…
Komşudan haber almanın, dışarıya giderken komşuya “bir ihtiyacın var mı” diye sormanın farz kabul edildiği zamanlar…
Dışarıda birinin başına gelen kazaya şahit olduğunda; olay normalleşinceye kadar kendini müdahil olmak zorunda hisseden insanlar…
Borç verirken vade sormayan, “eline ne zaman geçerse ödersin” diyen arkadaşlar…
Sözleşmelerin, senetlerin, poliçelerin kullanılmadığı, “verilen sözün” tek geçerli teminat sayıldığı zamanlar…
Sanatçıya, zanaatkara her daim ön safda yer verilen, her konuda danışılan, yaptığı işe saygı duyulan vakitler…
Eşi dostu üzmenin, tanıdık olmasa bile insanları utandırmanın ayıplandığı günler…
Okulları ve öğretmenleri “ülkenin geleceği olarak kabul eden”, o gözle bakılan, onlara olan umudun, saygının, beklentinin hiç bitmediği dönemler…
Kadının iffetini koruduğu, elbiseden ziyade haya ile örtündüğü, zerafetin, nezaketin fazlasıyla zirve yaptığı zamanlar…
Yaşlılara hürmetin ibadet sayıldığı, emeğin baş tacı edildiği, kötülüklerin ortak düşman sayıldığı sıralar…
1979 yılında, ilkokulu bitirdikten sonra babam, “çocuklarımdan biri de dini ilim okusun” diye Giresun İmam Hatip Lisesi'ne yatılı olarak kaydettirdi beni… Daha 11 yaşındaydım… Memleketten üç arkadaş olup gelmiştik… Şartların zorluğundan diğer ikisi bir hafta sonra okulu bıraktılar…
Babam, aynı yıl ağabeyim Mustafa'yı da Endüstri Meslek Lisesine kaydettirmiş, Kale Mahallesinde öğrenci evinde kalan bir tanıdığın yanına bırakmıştı…
Okula başladıktan sonra, hayattaki en zor şeyin ayrılık ve özlem olduğunu öğrendim…
İlk hafta sonu çoğu sınıf arkadaşım evlerine gitti. Pansiyon boşaldı… Evi uzak olan birkaç arkadaşımla yalnız kaldım… Dakikalar gün gibi geliyor, bir türlü geçmiyor…
En azından ağabeyimi görürüm diye dışarı çıktım… Fakat çocuk aklımla kaldıkları evi bir türlü bulamadım… Sokakbaşı ile Çınarlar mahallesi arasında mekik dokudum akşama kadar… Akşam ezanı okunurken artık pes ettim, yolun kenarına oturdum… Karanlıkta tek başıma yol kenarında oturduğumu gören bir yaşlı kadın yanıma geldi… Bir mendil uzattı, belli ki ağlamışım ama farkında değilim…
Derdimi sordu, ne yaptığımı, kim olduğumu falan… Birkaç cümle söyledikten sonra konuyu anlamıştı… Beni koltuklayıp bir apartmana soktu… Cilalı mobilyalardan, süs eşyalarından zengin olduğunu fark ettim. Evde bana gösterdiği ilgi ve duyarlılığı hiç unutamıyorum. Elimi yüzümü yıkadığını, bana zorla yemek yedirdiğini , çıkarken cebime harçlık koyduğunu bugünmüş gibi hatırlıyorum… İzin versem banyo yaptırıp, yatırıp sabah okula kendisini bırakacaktı…
Bugün o insanlardan kaldı mı hiç bilmiyorum…
Paranın az, insanlığın çok olduğu o yıllar…
1980 yılından sonra hızla bu dengeyi tersine çevirdik… Şimdi paramız var ama, insanlıktan numune bulmak mesele!
Kazanmayı bildik, ama harcamayı öğrenemedik… En çok da kendimizi harcadık maalesef… Para kazandığımız çarkın içinde döne döne ruhumuzu kaybettik…
O ruhu tekrar bulur muyuz bilmem… Ancak aramak için kendimize önce şu soruyu sormamız lazım:
BİZE NE OLDU?...

GİRESUN-22.08.2020                             

YAZARIN DİĞER YAZILARI

    Doğankent Gazetesi, Harşit Vadisi'nin Sesi
    En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.